BABAM, ATATÜRK TÜRKİYE’SİNDE Kİ ‘KADIN’IN YERİNE ÖZLEM ve KÖY ENSTİTÜLERİ…
Babam’ın düşlerime serpiştirdiği tohumları; sınıfımızdaki Atatürk portresi ve Atatürk’ün bizlere emanet etmiş olduğu Türkiye’nin geleceğine ait idealler, düşüncelerimde birbirini tamamlıyordu..
Babam ilkokul mezunuydu.. Çok seyahat ederdi.. Yüzünü nadir görürdük.. Seyahat etmediği vakitler de gece çok geç gelirdi..
Çünki arkadaşlarıyla içki de içer ve kazanarak sahip olduğu herşeyi kaybetmesine neden olan kumar da oynardı..
Seyahat etse de etmese de her iki durumda biz, yedi kardeş olarak babamı çok az görürdük.
Üstüne üstlük ben henüz 18’in başında evlenerek evden ayrılmıştım..
Çalışma-evlilik hayatı derken İstanbul içinde dahi aylarca kendisini görmediğim oluyordu..
Sonraki yıllarda devreye Amerika girince, yaşamımdaki “baba” modeli hep özlem duyulan ve çok az bir zamanın paylaşıldığı, ancak gelecekte “büyük kızı”nın yaşamını nasıl öngördüğüne dair ifadeleri; yaşam içindeki yol kesitlerinde aldığım yeni yönlerde, ruhsal olarak en somut temel değerleri oluşturmuş olduğunu ise yıllar geçtikçe çok daha iyi ve net kavramaya başladım.
O dönem bizim evde, yedi kardeş, annem-babamla birlikte; ayrıca dört yılı aşkın üniversite öğrenimi gören ve aylarca yatılı kalan kuzen ile uzaktan ve yakından akraba misafirlerimiz hep olurdu, çocukluk ve özellikle de, 11-12 yaşlarından itibaren ilk genç kızlık dönemimde.
Bu nedenle, Anadolu geleneksel ailesi ve bütün değerleriyle içinden yetişmiş biriyim.. O çok erken yaşlarda “yaşımın çok üstünde sorumluluklar yüklenmiş olmasi-beklenmesi” nedeniyle de “geleneksel değerlere” çok tepki gösterirdim. [Belki o değerlere, daha sonraki yıllarda en çok Amerika’da sahip çıkmaya başladım!]
Ve bu sadece benim öyküm değil, Türkiye’nin her bir köşesinde ve İstanbul’un göbeğinde yaşayan onmilyonları aşkın kız çocuğunun ve henüz ilk gençlik çağında olan kızların da öyküsüdür, aynı zamanda..
Babam eve döndüğünde ise tüm ilgisini özellikle benden sonraki ilk iki erkek kardeşlerime verirdi..
Uyurken dahi onların tepesinde oynamasına ses çıkarmazdı…
Bana da en çok betona çıplak ayakla bastığım ve çorap giymemiş olduğum yada gece geç saatlere kadar kitap okuyarak, ışığı kapatmayı unutmuş olduğum için kızardı..
Yine de çok uzaklara öyle bilinmeyen bir zaman için gitmişliği de yoktu..
Babam, yaşamdan ayrılana kadar (69 yaşında ve 4 Mart 2000’de), Annem ile birlikte ve tüm kardeşlerimin de evlenmiş ve evleri İstanbul’da ayrı dahi olsa da, özellikle son on yılı aşkın hastalığı döneminde, onların yakın ilgisi ve desteği içinde yaşadı..
* * *
Çocukluğum boyunca, en çok da aynı evde yaşıyor olmamıza rağmen, nadir gördüğüm babamı özlerdim..
Belki de çok az şey’i paylaşmış olmaktan da kaynaklanıyor olabilir, bu!
İlkokulda, belki üçüncü ya da dördüncü sınıftaydım! Çok net hatırlamıyorum.. Birgün defterime ve el yazıma baktı –bin yılda bir olan şeylerdendi-– ve el yazımı beğenmedi. “Kızım, güzel yazı yazmak bir sanattır,” dedi.
Ve dağarcığıma, “güzel yazı yazma“nın bir “sanat” olduğu ve daha doğrusu “sanat” terimi, o zamandan itibaren kaydedildi…
Sık sık henüz ilkokulda iken, o zaman hiç farkında değildim ama Atatürk’ün çizdiği ve idealize ettiği Türk kadın’ı modelinden etkilenmiş olmalı, okuyup doktor olmamı ve etek-ceket ve şapka giyeceğimi görmek istediğini, o nadir gördüğüm ya da sevgi-sefkatini nadir gösterdiği zaman ifade ederdi..
Bugün dahi bir parmaktan kan alınmasını dahi görmeye dayanamadığımdan, doktor olmayı hiç düşünmedim! Ama özellikle Amerika’daki hayatımda “belki Babam’ı dinleseydim, daha rahat edermişim“, diye aklımdan zaman zaman geçmedi de değil.. Ne var ki, bugün de olsa nihai kararda yapamayacağım bir meslek olduğunu düşünüyorum..
* * *
Babam, yaz – kış, yazlık ve kışlık modelleriyle “fötr” şapka giyerdi.. Onun öngörüsünün de etkisiyle ya da meraktan olsa gerek, “fötr” şapkasını giyip aynada bakınır ve kendimi ileriki yıllarda, babamın tanımladığı gibi görmeyi düşlerdim!
Ve belki de kendi çevremde ve o dönem çalıştığım bankadaki kadınlar tarafından, henüz kimse kadınlar için tasarlanmış “fötr” şapka ya da bere vs. giymezken, henüz 17-18 yasındayken (1976-1977), ilk kazançlarımdan biriyle kendime şapka(koyu mavi renkte) ve bere(bordo) almıştım.
Bankada çalıştığım ilk yıllarda, iltifat edenler kadar eleştirenler de bir süre sonra buna alışmıştı..
* * *
Belki altı-yedi yaşından itibaren, Annem, özellikle en büyük çocuk olduğum için benden başlayarak ve kardeşlerime de, Ramazan ayında oruç tutmamızı teşvik ederdi. Babam, Annem’e, “çocuklara baskı yapma, bedensel gelişmelerini etkiler“, derdi.
Bu nedenle, aile içinde annemin etkisinde kalanlar, “oruç” tutardı, “babam”ın etkisinde kalanlar ise tutmazdı.. Ya da başta üç, ortada üç ve sonunda da üç gün şeklinde, benden küçük kardeşlerimle birlikte “oruç” tutmaya çalışırdık..
Babam’ın hiç unutamadığım sözlerinden biri, “kızım, seni okutmak istiyorum, imkanlarım olmasa dahi ceketimi satıp seni okutacağım,” idi.
Nedense, Babam’a ilişkin en net anımsadığım sözler hep ilkokul dönemine ait..
Ve şimdi bu satırları yazarken gözlerim doldu..
Babamı çok özlemiş olduğumu hissettiğim kadar —ki o artık başka bir gezegene göç etti--, benim o çocuk yüreğime ve beynime böyle bir düşüncenin tohumunu ekmiş olmasından dolayı, ona hep minnetkar olacağım..
Ve Babam’ın bende bıraktığı olumlu etkinin (baskı, zorlama veya tehdidin değil) sonucu olsa gerek “okumak” kavramını bir diploma almakla sınırlandırmayıp, “yaşam boyu kendimi geliştirmeyi” de koşullarım ne olursa olsun, kendi “yaşama biçimime” dönüştürdüm..
Ve yarım asrı geride bırakmış, iki erkek çocuğu annesi ve bir kız torun sahibi olmama rağmen hala yüreğim ve ideallerim, o ilkokuldaki yüreği, Atatürk’un idealleriyle çarpan küçük kız çocuğu gibi çarpıyor..
Belki o anlamda hiç büyümemiş olmalıyım ki, geriye doğru, –özellikle de kız çocuklarının geleceği ve Türk kadını adına–, olumsuz değiştirilen Türkiye ile de uyum sağlamakta ve olan biteni anlamakta hep zorlanıyorum.
İşte o dönemde, Babam’ın düşlerime serpiştirdiği düşünce tohumlarını; günlük yaşamımızda, sınıfımızdaki Atatürk portresiyle ve “idealleriyle” de var olan Atatürk’ün, bizlere bırakmış olduğu Türkiye ve Türkiye’nin geleceği; derslerimizde Atatürk’ün ideallerini bize öğretmeyi ilke edinmiş öğretmenlerimizin de verdiği derslerle birleşerek; benim de ideallerimi ışınlıyor, suluyor yeşertiyor, geliştiriyor ve kökleştiriyordu..
Zaman geriye gitmez(!), denir ama artık o kadar emin değilim!
Çünkü, Türkiye’de “zaman”, ne yazık ki, özellikle de “kız çocukları” ve “kadın hakları” açısından, Cumhuriyet dönemi öncesine ve “islam-şeriat” dininin anlayış ve kuralları içine siyasi ve ekonomik dayatmalara hapsedilerek, “ileri”ye değil, çok daha “geriye”, ve kazanılmış hakları da çok tehdit eden sosyal bir yapılanmaya ve bir yörüngeye çekilmektedir.
Ve o dönemden bugüne, aradan 40-43 yıl kadar bir zaman geçti..
Ve günümüz Türkiye’sinde, ilkokul mezunu olup da ancak zengin bir yaşama tecrübesi kadar, kendi kız çocukları için bir vizyonu olan Babam gibi “baba”ların da, maalesef Türkiye’de ne kadar hızla azalmakta olduğunu uzaktan, endişeyle, üzülerek ve sinirlerim gerilerek izliyorum..
Üstüne üstlük, degil “imam hatip” okullarını, bazı üniversiteyi bitiren genç erkeklerin dahi kafalarının içinin aydınlanma değil, bilakis karartılmaya yönelik bir işlemden geçirilmekte olduğunu da, dehşet içinde izlememek mümkün değil..
Hepsi, ne adına? Daha kolay yaşam, menfaat ve siyasi güçten paye alma ve üstelik “müslüman olma” ve Allah’a inanmak adına, “hayatın çekici sunduğu tadlardan”, mal-mülk ve ticaretten ve kardan, en fazla yararlanmak ve en çok şeye sahip olmak yada yaşamı güvence adına almak adına tüm yapılmakta olanlar, kanımca..
Yoksa, “İslam”ın, “Allah’a inanmanın ve ibadet” etmenin, temelde “inanan kişi ile inanılan” arasında olan ve olması gereken bir bağ’ın; özellikle de “kız çocuklarının, genç kızlar ve kadınların” aleyhine inatla ve ısrarla ve ekonomik çıkarlar yada dayatmalarla kullanılıyor olmasında; “Allah”ın adı ve “Islam”, bu kadar nasıl suistimal edilebiliyor!!!
Özellikle de, ‘kadın-erkek’ olarak insanı en başta tüm dini, aile, eğitim, sosyal ve ekonomik kurumlarıyla ikiye ayıran ve birine “mülk” gibi davranan bu denli adaletsiz ve “doğaya ve yaşama” aykırı ve “kadın”a karşı sistematik bir ayrımcılık ile onun gelişmesinin önünü tıkamayı “islam ve din” dayatmasını kullanarak, “bir inanç sistemi” değil, yasal ve siyasi bir sistem haline getirmeyi; ne İslam ne de başka bir din adına; bu çağımızda kabul edilemez, edilmemeli ve etmemeliyiz.
Ve belki de bu dayatmalardan ve insani ikiye ayıran ve diğerini mülkleştiren / hiçleştiren ve her türlü cezaya mübah gören bir anlayış; “din” temeline ve geleneğine oturtulduğu için, sadece bu nedenle, “İslam” dininin “reform” edilmesi ve sadece Türkiye’de değil, yeryüzünde çağ’ın gereklerine uyarlanması da artık zaruri hale gelmiştir..
Bir başka söyleyişle, Türkiye’yi geriye götürmek ve Türkiye’de yaşayan kız çocukları ve kadınları çağın dışına çekmek yerine, işe “İslam’ın reforme” edilmesinden başlanmalıdır.
Bütün bu çağrışımlar, Babam’a ve Atatürk’ün özellikle 1930’lu yıllarda yarattığı Türkiye’ye ve daha sonraki yıllardaki Köy Enstitüleri’ne özlem’imin, Yüksel Oktay Bey’in “Anıtkabir’de 10 Kasım”ı anlatan yazısıyla depreşti…
Kendisine yazısı aracılığıyla verdiği ilham için çok teşekkür ediyorum.
* * *
KÖY ENSTİTÜLERİ’NE ÖZLEM ve YENİDEN CANLANDIRILMASINA OLAN İVEDI İHTİYAÇ..
Atatürk’ün fotoğraflarından ve Yüksel Oktay’ın “GENCİZ, TÜRKÜZ, ATATÜRKÇÜYÜZ – ANIT KABİR’DE 10 KASIM”, yazısından ilhamla (bakınız: bağlantılar): Foto Kaynak: Atatürkümüz.com
1930’ların Türkiye’sinde, Mustafa Kemal Atatürk; Türk kız çocuklarına ve kadın’ına, çağının ötesinde bir değer ve yer vermişti. Evlat edindiği çocuklar da, “kız” çocuklarıydı.
Türkiye’de kadınlara en baştan Anayasal hakları vererek ve yine en başta Sabiha Gökçen olmak üzere Türkiye’nin geleceği için; örnek genç kızlar, kadınlar, genç anneler yetiştirmenin temellerini atmıştı.
Türkiye’de arkeoloji, mimarlık, edebiyat, sanat, müzik, bilim, kültür, akademi, basın ve politika alanlarında; Türk kadınlarının bugüne değin ülke ve uluslararası çapta Türkiye’ye yapmış oldukları hatırı sayılır katkıların tümü de, yine genç Türkiye Cumhuriyeti’nin, özellikle de ilk döneminin yetiştirmiş olduğu öncü kadınlarımız sayesinde mümkün olabilmiştir.
Atatürk, Türk kadınına, sadece anayasal haklar sağlamakla da kalmamıştır. Seçme ve seçilme hakkının yanı sıra, özellikle de kız çocuklarının, yüksek öğrenim görmesini, batı dünyasının o dönemdeki kriteryaları çerçevesinde ve çok daha ilerisinde, öngörmüş ve pratiğe geçirmiştir.
Ayrıca, büyük bir savaştan çıkmış ve çok yoksul ve bitap düşmüş ülkede, tek bir çocuğun okul ve meslek dışı kalmaması ve ülkenin gelişim temellerini atmak için, Köy Enstitüleri’ni kurmuştur.
O Köy Enstitüleri’nde ise 5 yıl gibi kısa bir sure içinde içinde 17 bin öğretmen yetişmişti..
Her öğrencinin yılda 25 kitap okuması, mutlaka bir müzik enstrümanı çalması, motorlu araç kullanmasını (bisiklet, araba) öğrenmesi önkoşulu, bir el sanatı becerisi edinmesi ve hatta kış ayında Ankara’da kız çocuklarının kayak yaptıklarını okuyunca; dün’ün Türkiye’sine, bugünden çok daha fazla özlem duyuyor ve hayran kalıyorum..
Ancak, “Köy Enstitüleri”, Kurtuluş Savaşı mücadelesini üstelik Atatürk ile birlikte vermiş olan İsmet Paşa tarafından, “seçim” kaygısıyla kapatılmıştı.. Ama nafile.. Köy Enstitüleri”ni kapatması da seçimi kazanmasına yetmemişti!
Peki, sonra niçin hiç bir şekilde, Köy Enstitüleri’ni yeniden açmayı, CHP liderleri hiç gündeme getirmedi! Ve o Türkiye’nin gelecek yolunu, Köy Enstitülerini kapatarak ilk başta tıkamaya başlamış olan İsmet İnönü’yü de, Türkiye’nin bugünlere gelişindeki temel sorumlulardan biri olarak -şahsen– tutuyorum.
Tabii muhtemelen o dönemin Amerikan Başkanı Harry Trumann’ın (Biyografik belgesel, “American Experience“) Türkiye ve Yunanistan’ın [eski] Sovyetler Birliği’ne kaymaması ve ABD ekseninde tutulması için, Amerikan tarihinde ilk kez, ABD Senato’sundan; bir dış ülkeye, Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik yardım olarak 1946 yılında, 400 milyon dolar onaylanmış ve verilmişti.
O dönem, Türkiye’ye ABD’den gelen ekonomik yardım parasının, hangi amaçlarla ne için harcanmış ve diyetinin de ne ve nasıl ödenmiş olduğunun kalem kalem bir dökümünün de artık ortaya çıkartılması zamanıdır!
Çünkü, Atatürk idealleri ve vizyonu yerine içi boşaltılmış kavram ve uygulamalarla; bilinçli olarak içeriği çıkartılmış ve şekil üzerinden, “Atatürk”ün ismi kimi kesimler tarafından bir “doktrin” haline getirtilerek, yıpratılmaya taa o dönemlerden başlanmıştır. Şimdiden geriye bakınca, görülen odur ki, o dönemki Amerikan yardımın da (“Harry Trumann”ın iki bölümlük belgesel biyografisi’nden); hem Köy Enstitüleri’nin kapatılmasında hem de Atatürk’ün kurduğu belli başlı temel kurumlar, fabrikaların da çok kısa bir süre sonra etkisiz hale getirilmesinde, önemli bir payı olduğu sezilmektedir.
Bu noktayı, özellikle Yüksel Oktay Bey’in 10 Kasım yazısındaki, Amerika’nın o dönem hem Atatürk’ün Amerika’ya, “övgü dolu ve dostluk temellerini atmaya hazır” mektubuna dahi yanıt vermemiş olması hem de cenaze törenine dahi sadece “büyükelçilik” düzeyinde katılmasıyla; kendi içinden beslediği Ermeni Diasporası’na paralel yürütmüş olduğu ve Amerikan Dış Politikası’nın da; Atatürk’ün Türkiye için bırakmış olduğu kurumlar kadar vizyonunu ortadan kaldırmak için, taa o dönemden itibaren çalışıyor olduğunu söylemek çok yanlış olmayabilir!
Bu aynı zamanda, Türkiye’yi parçalayan ve Türkleri asimile etmeyi hedeflemiş olan “Sevr Andlaşması‘nı” desteklemiş olan, ancak halen “Lozan”ı-aynı zamanda, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi kuruluş belgesini! halen onaylamamış olan ABD’nin, Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren günümüze kadar ve özellikle de, Atatürk Türkiye’sine karşı; kemikleşmiş bir duruşu olduğu gerçeğine götürüyor, ne yazık ki!
Sadece bu nedenle, işe önce Amerika’nın mevcut dış politikasından ve içinden bu konuda bir değişimin başlatılmasını sağlamaya çalışmak, birinci önkoşul olmalıdır, kanımca!
Çünkü, Mustafa Kemal Atatürk’un kurmus oldugu Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı, Amerikan dış siyasetinde kemikleşmiş olan sözkonusuanlayışın kırılması için de bu zaruridir.
Bununla birlikte, Türkiye içi ve bölgeye barış getirecek köklü bir dış politika değişikliğine yönelinmesi de, ancak bugüne kadar kronikleşmiş – kemikleşmiş, katlanmış-katmerlenmiş ve çoğu da yapay kurgulanmış, yaratılmış sorunların çözümünde de anahtar rol oynacaktır.
* * *
Atatürk’ün 10 Kasım’da aramızdan ayrılışının 72.nci yıldönümü anısına, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasından 56 yıl sonra dahi en başta CHP olmak üzere; özellikle de mantar gibi çoğalmış olan imam hatip okullarına karşı, ülke çapında eğitim olanaklarında bir alternatif ve denge kurmak ve sağlamak için Köy Enstitüleri, niçin halen parti gündeminde dahi yer almıyor?
Bugüne değin iktidara gelmiş her bir hükümet; Atatürk ilkeleri ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nı korumak ve gereklerini yerine getirmek amacıyla yemin(!) ederek iktidara geldikleri ya da muhalefet rolünü oynadıkları halde; neden bu yapılmadı ve yapılmıyor?
Ve neden, Türk halkı ve özellikle imkansızlıklar içinde olan yöreler ve aileler bu temel haktan, kasıtlı olarak ve inatla mahrum bırakıldı?
Türkiye’de herşeyin hızlıca iyileşmesi ve Türkiye treninin doğru tren ray’ına oturtmanın yolu; Köy Enstitüleri’ni çağımızın gereklerine göre ve Atatürk’ün vizyonu çerçevesinde yeniden canlandırılarak hayata geçirmek ve Türkiye’de meslek sahibi olmayan tek bir genç bırakmamaktan geçer, kanımca..
Bugünden geriye bakınca, Köy Enstitüleri 1954’te kapatıldıktan sonra, yerine çok partili ve demokratik düzen diye Türkiye’ye neler dayatıldı?
1950’lerin sonuna doğru imam hatip okullarının birbiri ardına açılmaya başlandığını ise yine o döneme ilişkin haber ve yazılar aracılığıyla biliyoruz. Ve taa o dönemlerden başlamış olan imam hatip okullarının sayısının da, her yıl katlanarak bugünlere geldik!
Ancak, en hüzün veren ve en çok düşündüren ise hala bugün Cumhuriyet Halk Partisi yada hiç bir muhalif partinin programı’nda açık ve net olarak, Türkiye’nin sekteye uğratılmış ve tüm toplumu kucaklayıcı nitelikteki gelişimini amaçlayan ve geleceğinin de en temel taşlarından biri olabilecek nitelik ve kapasitedeki Köy Enstitüleri’nin yeniden açılmasının esamesinin ise halen okunmuyor, oluşudur.
Nedense CHP eski Genel Başkanı Deniz Baykal döneminde olduğu kadar maalesef yeni Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun programında da, CHP’nin günümüz Türkiye’sinin temel ihtiyaçları ve Atatürk’ün vizyonu doğrultusunda; Köy Enstitüleri’nin yeniden canlandırılması halen telaffuz
edilmemektedir!
Örneğin; Türkiye’de meslek sahibi olmayan ‘kız-erkek’ tek çocuk kalmayacak, vizyonunu henüz duymadık, işitmedik! Bugüne değin telaffuz edildiyse de belki uzakta olduğumdan dolayı atladıysam, özür diliyorum.
(Bilgilendirmeniz ve iletmeniz halinde, yayınlacağımızı da burada beyan ediyorum.)
Çünkü, bu konuda bilgilenmek, o bilgiyi paylaşmak ve Türkiye’nin nüfusunun yarısını oluşturan Türk kadını ve Türkiye’nin geleceği adına, umutlarımı yeniden yeşertmek istiyorum..
Ve belki Türkiye’ye yeniden sahip çıkmanın ve çok uzunca bir süredir geriye ve ters yöne doğru gidişte olan Türkiye treninin yönünü; yeniden ileriye doğru değiştirebilmek için, “imam hatip” okulları muammasi ve “kayirmaciligi”nda Koy Enstitüleri’nin de yeniden hayata gecirilmesi zaruridir.
Ve Köy Enstitüleri, 1954’te kapatılmamış ve Atatürk’ün öngörmüş olduğu çizgide ve her beş yılda 17 binden 30-50 binlere ulaşan öğretmen ve meslek sahibi yetiştirmiş olsaydı-olmasına izin verilseydi; bunun sonucu olarak muhtemelen, son otuz yıldır Türkiye; PKK belasıyla cebelleşmek zorunda da kalmayabilirdi!
Çünkü, o yetişmiş gençler, “silaha sarılıp dağ”a çıkmazdı kendilerine verilmiş olanaklar, bilinç düzeyi ve edindikleri meslekleri nedeniyle..
Ve getirilen nokta, Türkiye’ye çok zaman, kaynak, enerji, insan ve kan kaybettirdi..
Ancak dönüşü olmayan noktaları aşmadan önce, ülke içindeki toplumsal ve sosyal dengeyi kurabilmek, sağlamak ve “islami” kriterler ve pratiği içinde yaşamayı benimsemeyenlerin de; “azınlık” durumuna düşmemesi için, Köy Enstitüleri projesinin ülkenin tüm olanakları seferber edilerek, ivedilikle hayata geçirilmesi gerekmektedir..
Çünkü, artık daha fazla kaybedilecek zaman ve verilecek ziyan da yoktur!
“Müslümanlık” ve İslam dini kriteryaları içinde, doğrudan “kadın”ı hedef alan ‘siyasi ve ekonomik’ dayatmalar sonucu elde edilen paydalardan en yüksek yararlananların da, aynı kategoride olduğu bir gerçektir.
Bu da, bilfiil devlet-hükümet gücü-mekanizması eliyle ve kurumları tarafından, “aşırı kayırmacılık, kollamacılık ve menfaat” uygulamalarıyla toplumun genel refah düzeyinin temininde, adaletli gelir dağılımını tehdit etmektedir.
Bu nedenle, ülke çapında ve toplumun her düzeyde ekonomik ve sosyal katmanında dengeyi sağlayacak mekanizmaların da bir an önce devreye girmesi ve işletilmesi de zaruridir.
Özellikle de savaşın etkilerinden sıyrılmaya ve hızla iyileşmeye ve kalkınmaya çalışan 1930’ların Türkiye’sindeki ekonomik, teknolojik, sosyal koşulları düşündükçe; Türkiye’de değiştirilmis bulunulan “insan coğrafyası”na paralel ve “ekonomik” olarak da çok daha dışa bağımlı hale en değerli doğal ve madeni kaynakları ve toprakları ve limanlarını 50-90 yıl benzeri dış ülke ve firmalara yok pahasına kiralanması sonucu; “yapay-şişirme” ekonomilerle de, bu tren Türkiye’yi ileri taşıyamaz..
Ya da bu balon yakında patlar..
Ve henüz tren yaydan çıkmadan, Köy Enstitüleri’ni Türkiye’nin en yoksul ve geri kalmış bölgelerinde ve sadece öğretmen yetiştirmek amacıyla değil, Türkiye’nin ve dünyanın ihtiyacı olan teknik donanımlı “yetenekli”, “üst düzey” insan gücü yetiştirmek amacıyla en kısa sürede somut adımlar atılmasına paralel, tren rayına ve yeniden hızlıca yeniden oturtulur… Hedefine de, taa 1930’lu yıllardan kaldığı yerden, bu kez her zamankinden daha emin ve kararlı olarak devam eder..
Patlayacak noktaya getirilmiş olan “şişirilmiş ekonomi balon”un da ipini bırakarak gökyüzünün boşluğuna, yukarıya ve derinliğine doğru gidebildiği noktaya kadar gidebilmesi için, özgür bırakılmalıdır.
Ve o özgürleşmenin sonucu, dengeli dağılım, gerçek demokrasi ve şeffaf yönetim ilkesi de devreye girer ve Türkiye, bir kez daha, bir karanlık dönemi kazasız-belasız atlatmış olur. Ve geleceğine de her zamankinden çok daha fazla sahip çıkar böylece…
* * *
YENİ BİR SONUÇ ÇIKARIMI ve ÖNERME:
Güncelleme – 17 Kasım 2010
Türkiye, bu konuda en çok da 7.282.000’luk nüfusu olan İsrail’den örnek almalıdır. Çünki, İsrail’in kuruluşundan itibaren (14 Mayıs 1948) halen savaşıyor olmasına rağmen; eğitim-öğrenim-üniversite kurumlarından; tarımdan, tıp-bilim-araştırma laboratuvarlarından, sanayi, teknoloji-iletişim teknolojileri ve uzay araştırmaları ve uzay’a astronot gönderimine kadar, dünya çapında kadın-erkek bilim insanları ve profesyoneller yetiştirmektedir.
Birleşmiş Milletler’in 65.nci dönem Genel Kurul’unda; İsrail Devlet Başkanı Shimon Peres’in; ülkesi adına en çok övündüğü boyut da bu olmuştur.
İsrail, süregiden tüm savaş koşullarına rağmen; Türkiye, kendisini özellikle geri bırakmış ve bıraktırılmış olduğu her alanda, en fazla da İsrail’den çok ciddi ve önemli oranda ve ikili devletler düzeyinde andlaşmalar çerçevesinde işbirliği yapmaktadır.
Gaza savaşı, Davos ve Marmara Gemisibenzeri dünya kamuoyuna yansıtılmış iki ülke arasında cereyan etmiş olan tüm gerginliklere rağmen, Türkiye; bilimden-tarım-istihbarat(!) teknolojilerine ve TBMM’nin(!) kullanıyor olduğu bilgisayar software programlarına kadar bir dizi andlaşma ve servisi de, yine İsrail’den temin ediyor olduğuna dair, çeşitli zamanlar içinde İnternet’te dolaşan haber ve yorumlar çerçevesinde, bilgiler kamu bilincine yansımıştır.
Sözün Özü: Türkiye, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu tüm kurumları ve vizyonunu; Atatürk’ten sonra ve her bir on yılda alt-üst edilerek, etkisizleştirmiş ve geçersiz kılınmıştır.
Oysa, sadece 7 milyonu aşkın ve neredeyse İstanbul’un yarısı kadar nüfusu olan ve 62 yıldır da savaşan yakın komşu ülke İsrail’in; yetiştirmiş olduğu “insan” gücü ile “tarım, tıp-bilim, teknoloji, sanayi, iletişim teknolojileri, nükleer ve uzay teknolojisi”yle, İsrail ise “uzay” çağını yakalamıştır.
Buna karşı, Türkiye, 75 milyona yakın nüfusuyla; İsrail ile coğrafi alan ve nüfusuyla yetiştirmiş olduğu her alanda uzman donanımlı insan sayısından, teknoloji, tıp-bilim, sanayi, iletişim teknolojisi, uzay teknolojisi ve uzay araştırmalarındaki genel bir kıyaslamada, maalesef yaya
kalmıştır!
Eğer gerçekten Türkiye’yi yönetenler ve Türkiye’de yaşayanlar, ülke’ye ve geleceğine sahip çıkmak istiyorsa; 75 milyondan yarısının otuz yaşının altında ve genç bir ülke olarak övünmenin ötesinde, “kız/erkek çocuk” ve “kadın-erkek” ayrımı yapılmaksızın, “insan gücü” yetiştirilmesinden, tarımdan-bilim-teknoloji ve iletişim teknolojileri ile uzay teknolojisine kadar;
her alanda ve en başta İsrail’den ve tüm komşu ülkelerden ileri olabilmek için, Türkiye’nin bu amaçla yeniden yapılanmasının hedeflenmesi, zaruridir.
İşte o zaman, Türkiye’nin önündeki tüm engeller ortadan kalkabilecektir. Ve ancak o zaman, Türkiye, yeryüzündeki gerçekten hakettiği yer ve değeri de aynı hızla kazanacaktır.
Yoksa, gerisi sadece ise bir masaldan ibarettir.. taa ki tüm ülke o masaldan yada dizilerle uyutulmaktan uyanıncaya kadar!
_ . _
Ek bölümler ile son günceleme tarihi: 17 Kasım 2010
Bircan Ünver, 14-17 Kasım 2010, New York
http://www.isikbinyili.org | © Kasım 2010, IşıkBinyılı